Ocak ayından beri işsizim. Bu süreç, hem biraz bilinçli bir işsizlik hem de tekrar yeniden ne yapmak istediğim, ne yapabildiğim, yaşamın beni getirdiği bu noktada, çıldırmış bu dünya da nasıl konumlandığımı görmek açısından bir fırsattı.
Açıkçası ilk bir kaç ay, öfke, depresyon, manik depresif ruh halleri ile geçip gitti. Çokta bir şey anlamadım. Sosyal alanlarımı daha çok kısıtladım. Sosyal medyadan çıktım, telefon bildirimlerini limitledim, sürekli ulaşılabilir olmaktan fena sıkıldım.
Oyunlara sardım mesela, özellikle ilk aylar simulasyona oldukça vakit ayırdım. MS Flight Simulatorle tanışmam 98’lere dayanır. Hatta 2000 versiyonunu almak istediğimda babamın kredi kartından sipariş vermek için yalvarıp yakarmıştım. Ama nitekim becerememiş sonra Bakırköy’deki alt çarşıda korsan satan yerlerden edinmiştim. Üniversite yıllarımın başında da 2002 versiyonu ile sanal sivil havacılık ile tanışmış ve sayısını hatırlamadığım saatler boyunca uçmuştum. Beni tanıyan bir çok kişi az çok pilot olmak istediğimi bilir. Bu da ayrıca başka bir hikaye…
Şimdilerde ise 2020 versiyonunda daha gelişmiş grafikler ile ve bazen sanal gözlüğüm ile daha çok kendimi soyutlama modundayım. Oldukça keyifli. Ama sonra bir şey farkettim, sanal pilotluk ortamlarında, eğer gerçek bir deneyim yaşamak istiyorsanız, tıpkı sizin gibi tutkulu insanlarında bulunduğu networklerde bu deneyimi daha gerçekçi yaşayabiliyorsunuz. Farkettiğim şey şu oldu; bu gibi ortamlarda konuşamaz hale gelmişim. Öyleki en basit örnek, seneler önce yaptığım, yapmış olduğum basit cümleleri kurmaktan, yanlış yaparmıyım acaba endişesinden işin keyfini çıkaramadım. Ve dolayısı ile uçuşlarım offline olarak devam etmekte.
Sonra araba yarışlarına sardım, zaten 3–4 sezodur F1 yarışlarını takip etmeye çalışırım. Oyunlarına da sardım. Bu sefer direksiyonlu ekipmanlarım ve sanal gözlüğüm ile F1 pistlerini deneyimlemeye çalıştım. Ama bir uçuş tutkunluğum kadar olmadığı için bir süredir vakit harcamıyorum.
Son günlerde de Baldur’s Gate 3 ile D&D dünyasına girmiş oldum. Biraz hızlı ama baya güzel bir giriş oldu. Ben oldum olası RPG oyunlarını çok sevememişimdir. Sanırım çokça diyalog, sürekli bir şeyler peşinde öyle langur lungur gezmeyi sevmiyordum. Ama tüm bakış açım bu oyunla değişti diyebilirim. Oyunu oynarken kendimi maceraya çıkmış hobbitler gibi hissediyorum. Yanımda yaverlerim, o diyardan o diyara uçsuz bucaksız derinliklere dalıp çıktık, bir tercih yapıltığımızda diğer tüm olasılıkları yitirdik, bir oyuncunun yapabileceği şey sayısı hesaplamaya çalıştık derken fantazi dünyası yeniden, daha derinlemesine keşfetmiş oldum. Öyleki Starfield bunun yanında zırva kaldı.
Burası benim oyun dünyamın hikayesiydi. Bir diğer kısım yemek kısmı. Bir süredir evde tek yaşıyorum ve bunun getirdiği birkaç sorumluluktan biri de karnımızı doyurmak. Dışardan yesen bir türlü yemesen bir türlü derken, aşçılık konusundaki hünerlerimi ister istemez geliştiriyorum. Henüz hamur işleri yapmıyorum ama sac tava, mcdonald’s soslu hamburgerler, deli manyak bulgur, ızgıra tavuk üzerine çılgın soslar ve dometesli pirinç pilavları gırla gidiyor. Yemek yapmayı seviyorum ama hergün düşünülünce biraz sıkıntı. Dışarda fiyatların hergün uçtuğu dönemde de mutfak masrafımı uygun, sipariş mi uygun anlamış değilim.
Son 2–3 aydır da aslında, freelance iş bakıyorum. Mesela hergün Upwork’ü açıp ne var ne yok diye bir bakıyor, gözüme kestirdiklerime teklif atıyorum ama dönen kimse olmadı. Burada da şu soru oluşuyor, ya ben bu işleri komple bırakamalıyım ya da her şey yalan. Bu da yapmaktan hoşlandığım şeyler arasına girmiyor aslında.
Bu süreçte bir adet iOS mobile uygulaması çıkardım. Bir kaç tane daha çıkarmayı düşünüyorum. Discord üzerinde bazı yazılım kanallarında insanların yazdıklarına çizdiklerine bakıyorum, takip ediyorum. Ama başka bir girişimim yok.
Bir de geçen hafta, kütüphanelerimin tozunu almaya yeltendim. Artık sayısını bilmediğim kitapları raflardan indirip tozlarını almak, rafları temizlemek oldukça yorucuydu. Bazı kitaplar artık sararmaya başladığı için içimde garip bir hüzün oluştu. Sonra bu kitapları ne zaman aldığıma baktığım da sararmaması için bir sebep göremedim. Herşey eğer bakılmazsa, sadece olduğu yerde zararsız bir biçimde dursada sönümleniyor.
Tüm bu süre zarfında farkediyorum ki aslında, kendimizi bir yerlerde zaman içinde unutuyoruz. Kendimizi dinlemiyor, neleri sever, neleri sevmez, ne için yaşar, ne için yaşamaz tüm bunları yolda giderken unutuyoruz. Oysa zihnim biraz dingileştiğinde aslında hiç inanmadığım şeylerin üzerine bir yarım yamalık kariyer inşa ettiğim hissine kapılıyorum. Buna üzülmüyorum. Beni üzen şey bu zaman kadar ipleri eline alıp hiç bir zaman kendim olamadığımı bilmek oluyor. Sonra bir korkak olduğumu düşünüyorum. Saf bir korku. Ve tüm öfkemin, tüm bu sinirli davranışlarımın altında da bunun yattığını düşünüyorum. Çünkü basit bir video oyununda bile bir şeyleri kıracak kadar, avazım çıktığı kadar öfkeleniyorsam, burada hata yaptığım için, mükemmel olmadığım için kendime kızdığımı düşünüyorum. Sürekli, ya hep olmak ya da hiç olmamak arasında sıkıştığımı düşünmekten öfkeleniyorum.
İş görüşmelerine katılmayı, yada artık bir şirket uğruna çalışmayı da istemiyorum. Sürekli her zaman birilerine bir ispat çabası, karşılarında eğilip bükülen tipler arayan insanları görmeyi istemiyorum. Tüm bunlar midemi bulandırıyor.
Ama içten içe içimde sürekli sadece yapacağımı seveceğim şeylere odaklanmamı temenni eden sesler dolaşıyor. Açıkçası da bir yol göremiyorum. Büyük kaygılar denizinde hayallerini unutan ve şimdi onları tekrar bulmaya çalışan saf bir çocuk gibi sürükleniyorum.
Şimdilik notlarımı burada sonlandırırken, bu gibi zamanlarda kendime hep şunu hatırlatıyorum. Her şey geçer…